Zeynep Sayın

İnsanlık kurtuluşunu utançta bulacak.
Tarkovski, Solaris.

Eskinin bırakılması, yok edilmesi gerek, ne kadar acı verici olursa olsun, yeniyi oluşturmak için, yeninin ne olacağını bilmesek de, yıkımın olması gerek, bunu biliyoruz dedim Gambetti'ye, geriye dönüş yok artık diyordu Thomas Bernhard, hepimiz bir utancı beraberimizde taşıyor ve kurtuluşumuz için onu yok etmeyi istiyor, yazarak onu silmek, imha etmek istiyoruz, oysa yıkımı zarar vermek anlamında, kurulu bir şeyi parçalayarak dağıtmak, bozmak, tahrip etmek, aslını değiştirmek, tahrif etmek diye anlıyor, biçim değiştirme, başkalaşım diye düşünmediğimiz zaman elde olanı, statükoyu korumaya çalışıyor, en kötü statüko en iyi konfor alanıdır, değişimin sonuçları belirsizdir, statüko konforsuz olduğu zaman bile hiç değilse bildiğimiz düzendir diye düşünüyoruz. İçinde utanmazca suç notası taşıyan bir sözcük yıkmak, birinin üstüne bir şeyler yıkıyor, sesi, notayı, not vermeye, nota vermeye, ihtar etmeye dönüştürüyor. Burnuna sahtekarlık, şiddet ve nasyonalsosyalizm kokusu gelen ülkesinden ayrılıp Roma'ya yerleşen roman kahramanı, annesinin, babasının ve erkek kardeşinin ölümünü bildiren bir telgraf aldığında, ölüm haberi sayesinde annesinin kızlarını bebek gibi görüp, bebek gibi giydirdiği, kırkına gelen kızkardeşlerin hala annelerinin oyun dürtüsü buyruğunda yaşadığı bir aile geçmişiyle yüzleşen, giderek bütüncül bir Avusturya toplumu ve Avusturyalılık eleştirisine dönüşen bir hesaplaşma öyküsüne, bir anlamda roman figürünün kendini doğduğu yerle yeniden karşılaşmaya hazırlayışının öyküsüne dönüşüyor roman, Yok Etme. Uzun süre önce bir gün şunu anladım ki diyor Roma değilse de Torino doğumlu Carlo Ginzburg, insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ya da nefret ettiği ülke değil, adına utandığı ülkedir ve utanç sevgiden daha güçlü bir bağ olabilir. Thomas Bernhard'ın utanç bağıyla bağlı olduğu Avusturya gibi, plastik mutfak masalarında ya da muşamba yemek örtüleri üzerinde beyaz peynir, domates, zeytinle kız çocuklarına işkence edilen kahvaltılarda Nazan Azeri'nin üstüne ani bir hastalık gibi çöken, tiksintiyle yüzünü buruşturan bir utanç vardı. Çatalların tabağın sağında değil, solunda durması, ağza lokmaları götürmek için kullanılan bu aletin kente ait, kentsoylulukla ilgili olmadığını, II. Mahmut'a değin iki veya daha çok dişli tarım aracı anlamına geldiğini hatırlatıyor; reçel almak için kaşık değil, bıçağın ucu kullanılıyordu. Boynuna inci kolyeler dolanan, yetişkin erkeğin yatağına, erkeğin her an üstüne atlaması hazır biçimde yerleştirilen uzun saçlı kız bebekler, köyden kente geçiş hızına uyum sağlayamamış, statükoyu yine de korumaya çalışan, ama artık statükonun başkalaştığı garip bir örf ve adetler bütününü çağrıştırıyordu. Bir kaç dişli tarım aletleri olan çatallar, sofralardaki çatal bıçak takımlarını atlayarak, sado-mazoşist pratiklerin araçlarına dönüşmüş gibiydi. Makyaj yapmayı bilmeyen annelerin, kızlarını makyaj çantası gibi yanlarında sürükleyerek gelin gitmeye hazırladığı bir toplum yüzünden aile içinde duyulan utançtı bu. Gelin vermek, ikibinli yıllara gelindiğinde bile, hala, para karşılığı olan bir şey olabiliyordu. Fahişelik gibi. Önemli olan, gelinlerin canlı olması, ruhları olması değil, satın alınabilir, satılabilir olmalarıydı. Hayvanlar da kız çocukları da ticaret ve mülkiyet hukukuna tabiydi, uçaklarda kargo bölümünde taşınan malın sahibi yoksa, o mal devletindi. Gelin olmak gelmek demekti, evin yabancısı olarak dışarıdan gelmek, haneye sonradan katılmak, hanede kalmak demekti, bugün gelip yarın giden bir şey değildi yabancı, bugün gelip yarın gidenlere değil, bugün gelip yarın kalanlara yabancı denirdi. Kadınlar dışarıdan gelen, içeride kalan yabancılardı. Aslında güvey sözcüğü bekleyen anlamına gelirdi ama bekleyen güvey, düğün sahibi anlamına gelen damada dönüşmüş, gelinin de sahibi oluvermişti: Penelope jartiyerli, kendine büyük gelen yüksek topuklu ayakkabılı, sırtını dönmüş yatan Odysseus'u beklemekteydi. Dünya evi, düğün sahibinin evi, dünya yabancı bir gezegendi. Dünya evinden utanmayanlar, failler ve suç ortaklarıydı. Benim bu satırları yazdığım günlerde Gazze'de soykırım devam ederken Netanyahu Amerikan kongresinde alkışlanabiliyor, ülkemin meclisinde hayvan katliamı yasalaştırılabiliyor, İsrail ve TC vatandaşı olup da İsrail'de askerlik yapmış olan çifte vatandaşların mallarına el koymaya dair önergeler getirilebiliyordu. Yüz kızartıcı suçlardan biri de, kız çocuklarını erkekler için bebeklere çevirmekti. Azeri bedenini, duygularını, düşüncelerini istila eden, fiziksel beden ile politik beden arasındaki ayrımı silen utancıyla, kadın bedenlerinin parçaları üzerinden değil, plastik bebekler üzerinden yüzleşebiliyordu. Thomas Bernhard'ın, Elfriede Jelinek'in, Cindy Sherman'ın, biraz da Nur Koçak'ın duyduğu tiksintiye benzeyen bir utançtı bu. Kahvaltı masasına oturtulan oyuncak bebeğin açılmayan, açılamayan ağzına tıkılan beyaz peynir, ayna karşısında ruj sürmeye eğitilirken ağzına bulaşan, fallik bir şiddete dönüşen ruj, Bernhard romanlarındaki aktörlere miras kalan devasa büyüklükte toprağa ve servete benziyor, bu yüklü mirastan kurtulmak için onu manasızca akrabaları arasında paylaştıran Bernhard figürleri gibi daraltıcı bu kadınlık eğitiminden, peynirlerden ve rujlardan kurtulmak isteyen Azeri, annesinin gelinliğini, artık hayatta olmayan annenin bedeninden soyuyor, dağlara, tepelere, rüzgara salıyordu. Ortalığa saçılıyor, israf ekonomisine dönüşüyordu miras. Tiksintiyle beraber gelen utanç uçuşuyor, ağaç dallarına dolanıyordu gelinlik. Kadın bedenlerine yapılan şiddetle ağaç gövdelerine yapılan dönüşümlüydü, biri diğerine dolanırdı. Gübre gibi atmak gerekirdi ölü bedenleri (Herakleitos, § 96), eskinin bırakılması, yok edilmesi, ne kadar acı verici olursa olsun, yeniyi oluşturmak için, yeninin ne olacağını bilmesek de, yıkımın olması gerekirdi. Önce plastik bebeklerinkiyle, sonra kendi bedeniyle yaptığı bir performatif bir video yerleştirmesi vardı Nazan Azeri'nin, Büyümek. Canlı ve cansız bebeklerin, zaten kendilerine ait olmayan, zaten ölmüş bedenlerini yıkarak, bir tür gübreye dönüştürüyor, başka bir yaşama açıyordu sanatçı. Bedenlerin üstünü incecik bir zarla, tersine bir kefenle, pamukla kaplıyor, her çocuğun ıslak pamuklar içinde yetiştirdiği soya fasulyesi ya da mercimek gibi, kendiliğinden yeşilleniyordu tohum. Bitkiye dönüşüyordu çimlenen, filizlenen, yeşeren bedenler. Şiddeti tersinlemenin yöntemlerinden biriydi bu sanatçı için, mirası akrabalar arasında dağıtmak yerine gübre gibi saçıyordu lanetli bu miras payını, saçıldıkça çiçekleniyordu miras. Plastik bedenlerle değil, plastik makineli tüfeklerle denemişti bunu önceleri, bedenler ile silahlar değil, bedenler ile bitkiler arasında geçiş yapabildiği sürece kurtulurdu belki utançtan. Var etmek, çoğaltmak, büyütmek, yaşatmak için değildi silahlar, hadım etmek, aynı kalmak, statükoyu korumak içindi. Bedensel bir proteze, fallik bir şiddetle silaha dönüşmenin utancını belki alabilirdi Büyümek. Kendisinin sorumlu olduğu reşit olmama durumundan bir çıkış olabilirdi belki, Avusturya'da, Türkiye'de, dünya evinde, yeryüzünde. Yokoluş, Alex Garland, 2018. Canlı ve cansız bebekler ve mercimek tohumu, sanki aynı ve tek hücredendi, sanki tek hücreli canlılarda üremeyi, büyümeyi, gelişmeyi ve yenilenmeyi sağlayan yeni hücre oluşturma şekli, kromozom yapısının ve sayısının değişmediği, tersine eskiyen hu?crelerin yenilendiği, yaraların tamir edildiği, dokuların olus?tuğu mitoz bölünmeydi. Yokolmak, daha fazla yaşam içindi, yokolmadan değişilemez, büyünemezdi. Pamuklara sarılan bedenler, yürürken çiğnemeye kıyılmayan bitkiler serpilebilirdi, pamukta bitki yetiştirmek, bedeni budamamak, sakatlamamak, bitkiye dönüştürmek özel bir şeydi ama yalnızca Nazan Azeri'ye özgü bir şey değildi, Nazan Azeri de statükoyu koruyarak değil, değişerek dinlenebilenlerdendi. Yokoluş isimli, filmi de çekilen, ikinci bir roman daha vardı, Thomas Bernhard'la Jeff VanderMeer'in bu iki anlatısı arasında, Yok Etme'den Yokoluş'a salınıyordu sanki sanatçının işleri, bu diğer romandaki başkalaşım sahnelerini anıştırıyordu bitkiselleşme. Filme uyarlanan roman, hücre bölünmesinin anlatımı ile açılış yaparken, geleneksel Hollywood kurgusu içinde -düşman doğa/ silahla korunan medeniyet-, kurguyu tersyüz eden, askeri geçmişe sahip bir biyolog hanım ders verirken, sahneye eşlik eden bir parlama ile, askeri bir bilim- kurgudan mitoz bölünmeye uzanan bir anlatıya sıçrıyordu. Diğer bitkilerin, chacruna bitkisinin de kendi bilgisini insana aktarması gibi, esrarengiz, zamanın ve maddenin geçişli olduğunu, karantinaya alımış bir bölgede kaybolan kocasını aramak için biyologla beraber tam teçhizatlı yola çıkan kadınların teknik ve anlamsal silahlarının tümüyle anlamsızlaştığını, tüm canlılığın tek bir hücreden başladığını anımsarcasına kadınların bitkiye dönüştüğü, geçmiş ile geleceğe dair istikametlerin şaştığı bir görsel anlatıydı Yokoluş. Herşeyin kırıldığı, canlı, yaşayan her şeyin, suyun ve kanın, çalan melodinin frekansı ile molekül yapısını değiştirdiği bir evrene silahla tepki vermenin, kız çocuklarını erkeklere bebek diye yetiştirmenin utancı yok olmaya, yokolma başkalaşmaya dönüşüyor; tüm canlılığın tek bir hücreden başlaması, kutsal ailenin genel omurgasını oluşturuyor gibiydi. Unutulmuş zaman ve Şimdi ile Kutsal Aile, Azeri'nin sürecine tam bu noktada eklemleniyor, kutsal aile ikonografisindeki gibi kırmızı mavi figürler -Meryem Ana ve bebek İsa-, ceninler, kadınlar, kuşlar, balıklar, bitkiler, sürüngenler ve diğer hayvanlar biribirine eklemleniyor, birbirini çoğaltıyordu. Sadece kutsal bakire Meryem ana ve oğlu ile yetinmeyen, diğer bütün canlıları ve cansız denenleri arasına alan, geyiklerin çocuklara, kadınların deniz canlılarına, balıkların kuşlara dönüşebildiği, masallardan Ovidius'a değin yüzyılların, yer kürenin bilinçaltını süren bir aileydi bu, hayvan katliamının meclisten geçtiği şu sabaha inat ediyordu. Kız çocuklarını erkeklere oyuncak diye yetiştiren düzen ile sahipsiz hayvanları ölüme yollayan cinayet aynıydı, doğakırım ile soykırım aynı şiddetin, soy sadece insanoğuna ya da kendi soyunu soysuz diye diğerlerinden ayrıştırana ait değildi, kuşaktan kuşağa tüm canlılara paylaştırılan bir büyümenin eseriydi. Yeryüzü ile gökyüzünün, elementlerin geçişli olduğu bir dünya imgesi ile, imgenin dünyası ile dünya evi arasınaki ayrım dahil bütün ayrımların arasından geçebilir, meclis görüşmelerinden, imza kampayalarından, mitinglerden daha büyük etki alanları açılabilirdi belki. Sanatçının ketenden tuval yerine pamuklu kumaş kullanmasının bir nedeni de imgeyi pamuklar üstünde büyütmekti belki. Her dilek bir imge, her imge aynı zamanda bir dilekti. Öyleydi.

 Burgazada, 30 temmuz 2024