BERAL MADRA, "Göç Yaratıcı Bir Durumdur", 2012

Yirminci yüzyılda Türkiye dünya imparatorluğundan ulus devlet olma yönünde bir değişim geçirdi. Bu değişim 80’li yıllara kadar devlet eliyle düzenlenmiş bir modernleşme ve devlet tarafından düzenlenen bir ekonomiyle gerçekleşti. O zamandan beri post-modernizm ve küreselleşme neo-kapitalizm ve tüketim kültürünün tüm özelliklerini edindi. Bu tartışmalı ve karmaşık değişimin ilgi çekici yönlerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi ve soğuk savaş dönemiyle öne çıkan ‘göç’ oldu. Osmanlı’nın çokkültürlü nüfusu, sonrasında soğuk savaşın muhalifleri ve sürgünleri etnik, siyasi ve ekonomik sebepler dolayısıyla göç ederek Türkiye’nin nesillerine çokkültürlü bir yapı kazandırdı.
80’lerden beri kültür ve sanat çevrelerinde etkin olarak çalışan bir sanat eleştirmeni ve küratör olarak her zaman kadın sanatçıların çalışmalarıyla ilgilendim ve dolayısıyla çok çeşitli hayatlarla karşılaştım. Kadınların çalışmaları her zaman bir ana karakterin girişimlerini ve söz konusu siyasi ve toplumsal yapıda kaçınılmaz sosyo-politik çelişkiler içine düşen kadınların düşünce ve eylemlerini yansıttı.
1900-1970 yılları arasında Türkiye’de devlet eliyle düzenlenmiş modernleşme sürecinde ülke, sayıları az da olsa etkili bir grup kadın sanatçının belirsiz ama yine de dışavurumsal otoportre, peyzaj ve natürmortlarına tanık oldu. Mihri Müşfik, Hale Asaf gibi erken modernistler veya Şükriye Dikmen, Fahrel Nissa Zeid, Aliye Berger ve Füreyya gibi geç modernistler tek başlarına avangart sanatçılar olarak kabul edilmemekle birlikte erkeklerle yarışabilecek düzeyde de görülmüyorlardı. Bu kadınlar daha çok modernist politikaların bir parçası olarak algılanıyorlardı. 1970’lerde post-modernizmin eşiğinde ve solcu hareketin etkisinde özgürleşen kadın kimliği siyasi alanda olduğu kadar kültürel alanda da daha görünür olmaya başladı. Zamanının en bilinen sanatçılarından Füsun Onur, Arte Povera olarak nitelendirilebilecek eserler üretiyordu.
Post-modernizmin yükselmesiyle kültür ve sanata yapılan neo-liberal yatırımların artması sanatçılara eserlerini galeri ve çeşitli bağımsız alanlarda üretme ve sergileme olanağı tanıdı. Bunun da bir sonucu olarak cüretkar eserleriyle kadınlar ilgi toplamaya başladı. 1980’lerde Nur Koçak kadınların fetiş nesneleri olarak fotogerçekçi resimlerini yapıyordu. Benzer şekilde Jale Erzen, Hale Arpacıoğlu ve İpek Duben de beden, ruh, bilinçaltı ve kadının statüsü gibi konuları resimleriyle sorguluyorlardı. Ancak, toplum onları kadının özgürleşmesi hareketinin bir parçası veya yeni bir kimlik arayışında olan kadınlar olarak kabul etmedi. Yine de bu çalışmalar kutsal bir yolculuk ve post-modern kadın kimliğinin temsili olarak değerlendirilmeli. Bu yeni kimliğin ortaya konması yavaş ve kademeli olarak post-modern süreç içinde kendini gösterdi. Bu süreç 90’larda yerel ve uluslararası sergilerde Canan Beykal, Handan Börüteçene, Ayşe Erkmen, İnci Eviner, Gülsün Karamustafa, Canan Tolon, Şükran Aziz, Şükran Moral ve Hale Tenger gibi sanatçıların da katkılarıyla fark edilmeye başladı. Bu kadınlar resim, minimalist ve kavramsal yerleştirmeler, fotoğraf ve performans alanlarında çalıştılar. 90’lardan günümüze, farklı geçmişleri ve güçlü kimlik ifadeleri olan geniş bir sanatçı grubunun da katılımıyla bu sürecin daha da hız kazandığını söyleyebiliriz. Sermin Sherif, Özgül Arslan, Esra Ersen, Gül Ilgaz, Neriman Polat, Gonca Sezer, Canan Şenol’un çalışmaları sınırları aştı ve tabuları yıktı.
2000’den beri küresel sanat çevreleri kadın sanatçıları tercih ediyor ve çalışmalarına öncelik veriyor. Bugünkü kadın sanatçıların görünürlüğü cüretkar ve güçlü performanslar, fotoğraflar
ve video çalışmaların yanı sıra resim ve verilmiş alana yerleştirme olarak ayarlanmış duvar çizimleriyle kendini belli ediyor.
Pek çoklarının yanı sıra Selda Asal, Yeşim Ağaoğlu, Nazan Azeri, Nancy Atakan, Gülçin Aksoy, Özgül Arslan, Deniz Aygün, Nezaket Ekici, Gül Ilgaz, Aydan Murtazaoğlu, Neriman Polat, Ani Setyan, Canan Şenol ve Dilek Winchester’ın eserleri kadın bedeni, toplumsal cinsiyet rolleri, gündelik hayat ve tüketim stereotipleri, medyadaki sömürü, etnik ve ideolojik kimliklere atfedilen tabuları yarı belgesel veya kurmaca video ve fotoğraflar yoluyla ortaya çıkardı. AB ülkelerinde yaşayan ve kendilerini üçüncü kuşak göçmen olarak tanımlayan büyük bir grup sanatçıysa İstanbul’daki sanatçı ve küratörlerle bağlarını koparmayarak İstanbul sanat çevresine olan ilgilerini canlı tuttu. Nezaket Ekici, Nevin Aladağ, Hatice Güleryüz ve Nilbar Güreş gibi sanatçılar çoğu işlerinde köklerini bulmakla ve bu köklerle bağlarını yeniden düzenlemekle ilgilendi.
Geleneksel ve yenilikçi sanat tarzlarıyla, kentsel veya doğa incelemeleri, fotoğraf, video ve karışık teknik gibi farklı teknolojileri kullanan sanatçıların bu proje sergisindeki işleri bilinçaltının karmaşasını ve tutkunun belirsizliğini sosyo-politik müdahaleler ve feminist anlatımlarla açığa çıkaran öyküleyici, sürrealist ve hafıza temelli yaklaşımlar içeriyor.
Projeye katkılarını koyan Neşe Akbaş, Gülçin Aksoy, Özgül Arslan, Nancy Atakan, Nazan Azeri, Burçak Bingöl, Nezaket Ekici, Yeşim Akdeniz Graf, Gül Ilgaz, Hatice Karadağ, Melike Kılıç, Raziye Kubat, Şükran Moral, Nazlı Eda Noyan, Ardan Özmenoğlu, Bahar Oganer, Zeyno Pekünlü, Maria Sezer, Merve Şendil ve İlke Yılmaz kendilerinden önce gelen, hayatlarının bir kısmında göçmen olan ve aynı zamanda teorik ve manevi olarak kelimenin her anlamıyla yurdundan edilmiş olmaktan doğan esnek bir yaratıcılık anlayışı oluşturulmasına katkıda bulunan iki nesil sanatçıyı da temsil ediyor. Burada yurdundan edilmişlik olgusu, ulus devlet ideolojileri ve neo-liberal ekonomilerle bağlantılı olarak küresel kültür ve yerel bölgeler arasındaki günümüz ilişkilerini sorgulama alanı açıyor. Bu kadınlar kendilerini kültür nesneleri olarak görüyor ve önceden belirlenmiş zaman ve mekan bağlamından kurtarmayı amaçlıyor. Bugünün katı iletişim ve network koşullarında yurdundan edilme sanatçılar için kaçınılmaz; ama sanatçılar aynı zamanda çalışmalarıyla arada kalmışlıklarını tamamlayabiliyorlar. Bu koşullarda kendilerine yeni bir yurt edinen kimlikleri, bu sergide de yeniden anlam kazanıyor.
Kadınların cesur sunum ve performanslarını her zaman hayranlıkla gözlemledim, ama her zaman içimde tepki toplayacaklarından veya aşırı sağcılar tarafından cezalandırılacaklarından endişelendim. Özellikle de beden ve ruhun dayanıklılığıyla ilgili performanslarında sanatçıların toplumsal meselelere kendilerini adamışlıkları ve fedakar tavırları gözlemlediğim bir diğer şey oldu. Bu tip sanatsal davranışlar özellikle dikkate alınmalıdır. Bu sanatçıların birçoğunu 80’lerin başından beri kişisel sergilerinde ve karma sergilerde kendi sanat merkezimle temsil ettim.
Bir küratör olarak kadın sanatçıların karşı çıkmak veya farkındalığı harekete geçirmek üzere yaptıkları çalışmaları desteklemem için pek çok sebep var; ancak izleyici sayısının düşüklüğü, sivil toplum örgütlerinin ilgisizliği ve günümüz politikalarında sanat söyleminin eksikliği gibi sebepler dolayısıyla sergilerimi önemli başarılar olarak görmekten her zaman çekindim. Bunların yanı sıra devletin ve yerel yönetimlerin eleştirel düşünceye uzak duruşu gibi sebepler de vardı. Başarılı bir şekilde ön plana çıkmayı başarmış, sorgulatan performanslarıyla kadın sanatçılara ve bu tip sergilere artan ilgimle yalnızca bölgedeki çağdaş sanat etkinliklerine daha da sıkı gömüldüğümü düşünüyorum. Ancak, bu sanatçılarla birlikte
sürdüreceğimiz bütünlük mücadelesinde sanatın bizlere bölünmemiş konuları görmemizde yardımcı olacağına inanıyorum. Sanat bölgemizdeki dini, siyasi ve toplumsal bağlamda bütüncül nesneler olduğunu hatırlatan bir evren.
Kavramsal çerçevesine bakıldığında serginin, katılan sanatçıların hayatlarının bir kısmında veya halen göçmen oldukları gerçeğini yansıttığı, gözlemlediği ve buna tanık olduğu görülebilir. Göçün insan soyunun yaptığı en dramatik eylem olduğu kanısındayım. Şüphesiz olumsuz etkileri olan bu eylemin kültürel olarak olumlu sonuçlar doğurduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. İlham verici kitabı “The Freedom of the Migrant” ile Villem Flusser göçün günümüzdeki tanımı ve göçün en belirgin nedeni olan ulusalcılıkla ilgili soruları gündeme getirdi ve bunları göçün felsefesini tanımlamak niyetiyle tartıştı.
Bu kitabın bir bölümünde göç, yersizleşmek (un-settling) ve yerinden olmak (de-settling) olarak tanımlanıyor: “İnsanlar bir yerden aslında hiçbir yere uzaklaştırılıyor. Bu sırada yok olmazlarsa başka bir yerin göçmeni oluyorlar. Uzaklaştırma insanlar yerleştikleri günden beri gerçekleşiyor olsa da yine de bu süreç oldukça ürkütücü. Uzaklaşma, boşlukta gezinme ve sonunda bir yer edinmekten oluşan sürecin üç bölümü de yersizleşmek. Birincisi bizi gerçekliğe bağlayan topraktan yersiz ederken, ikincisi bizi gerçek dışılığa sürükler. Öte yandan üçüncü basamak, kabul edilemez bir ikinci el gerçekliğe düşüştür. Bu yerinden olmak ve yersizleştirmek durumları genelde olumsuz karşılanır.” Yazar, bir sonraki paragrafta sürecin olumlu yanlarından söz eder. Günümüzde sanat yapmanın en önemli parçalarından biri işte tam da bu durumlar haline gelmiştir. Bu süreç esere farklılık, çeşitlilik ve çoğulluk katar.
“Kim Gitti/Geride Ne Kaldı?” projesi göçmen kadın sanatçıların kavramsal hikayelerini eserleri yoluyla izleyiciye sunuyor, göçmen kadın sanatçıların halen devam eden bu olgu içindeki konumlarını inceliyor ve var olana meydan okuyor. Bu bağlamdaki temel savlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:
-
Ana karakterin rolü ve kadın sanatçının yerel ve küresel söylemdeki görünürlüğü,
-
Yerel kültürlerin standartlaşmış bir küreselleşme sürecinde kimlikleri ve bunun yansımaları,
-
Yerleşmiş ve anaakımlaşmış uluslararası sanat üretiminde ve sanat piyasasında yerel kültürlerin belirgin önemi,
-
Küresel kültürün neo-kapitalist temellerinin yerel sanat üretiminin kendi normlarıyla yüzleşmesi üzerindeki baskısı,
-
Göçmen ve sıradan arasındaki yaratıcılık ve özgürlük farkları ve neo-ulusalcı ve neo-kapitalist tüketim kültürüyle gelen sıradanlık ve durağanlık.
Bu projenin kısıtlı kapsamı elbette ki amaçlanan her şeyi çözmeye yetmeyecektir; ancak kavram ve içerik (örneğin sanat eserleri) açısından türünün birçok örneği gibi yine Bulgaristan ve Türkiye toplumlarında söz konusu meseleleri tartışmaya açacak ve farkındalıkları tazeleyecektir.