FEYYAZ YAMAN, "GÖRÜNEN VE ÖRTEN İLİŞKİ", 2010
Doğrudan gösteren ile “ima” yoluyla gösteren arasındaki ayrım, toplumsal sistemlerin maddi olandan, metafizik olana evrilmesi sürecidir.
İnsanoğlunun pagan dünyadaki sosyal yapılanması, avcı toplumun doğa ile kurduğu üretim ilişkileri sonucunda maddeyi dizgeleştirmesi; taşa, ağaca, kuşa kutsallık bağlamında farklı anlamlar yükleyip ”totem”ini oluştururken, toplumsal yönetim biçimini de buna paralel inşa etmiş; şef, han, kaan, şaman, ruhban yapılanması gerçekleştirmişti. Maddenin bu görünen hali ile, dönemin “kutsal”ı anlamlandırması, bu süreçte sembol olarak doğrudan kavranabilir, ele avuca alınabilir dolaysız ilişki formatıydı. Doğa-insan, insan ve kutsal, dolayısı ile hukuk ve yasa tanımı aynı yalınlıktaydı. Çatışan unsurlar, çelişkiler ve uzlaşma yöntemleri bu günün karmaşık ve temsili ilişkiler ağında “insanlığın evrimi olarak” tanımladığımız” gelişmiş” toplumsallığımızın, doğa-insan, insan-insan ilişkilerinde saplanıp kaldığımız açmazlara göre çok daha insani olup, tercih edilebilir düzeydeydi.
Kentleşme, temsili iktidar mekanizmalarının“sistemleşmesi” ,maddi olandan metafizik olana geçiş,Platon’dan başlayıp tek tanrılı dinlerin “kitaplarına” doğru evrilen kutsallık, bildiğimiz “hukuk” ve adalet ilişkisi tanımını,ona paralel maddeye bakışımızı da aynı bağlamda düşünmek zorundayız.
Görünen üzerinden değil, görünmeyen üzerinden, göstermeden göstermek, örterek göstermek bize örten ve örtülen ilişkilerini, beden ve iktidar mekanizmalarını, iktidar yani“görme” ve “bakma” hallerimizi, kısacası doğa ve nesne ile dolayımlı ilişkimizi çözümlememizi zorunlu kılıyor.
Giorgio Agamben, bu durumun açılımını zoé ve bios ayrımı olarak işaretliyor. Hayvanların, insanların yada tanrıların ortak özelliği olan yalın yaşama/canlılık olgusu ile birey yada grubun bir özelliği olan yaşam (a) biçimini(hayat tarzını) ,antik kentte yalın yaşama olgusu ile siyasal nitelikli hayat arasındaki karşıtlık olarak tanımlıyor.Bir tarafta sadece üreme hayatı olarak “ev”e hapsedilen beden yani “örtülen”, diğer tarafta “politik hayvan” olarak arastada gezinen “yurttaş” … “ Modern çağın eşiğinde doğal hayatın devlet iktidarının mekanizma ve hesaplarına dahil edilmeye başlandığı, bu yolla siyasetin bio siyasete dönüştüğü süreç.” (Foucault)
Bu durumu çıplak hayat-siyasal varoluş, zoé-bios, dışlama-içleme ikiliği üzerinden günümüz beden-iktidar çatışmaları olarak açıklamak mümkün.
Bu bağlamda “örten ve örtülemeyen”, “sürüklenen” kavramları ile Nazan Azeri’nin gündemleştirdiği doğa-mekan, kadın-beden iktidar sorgulamaları hem sanat tarihimiz, hem de hukuk tarihimiz açısından paradoksal bir şekilde yeniden kesişen zaman dilimine denk geldi. Yakın tarihimizin başında (12 Eylül 1980) ve sonunda (12 Eylül 2010) müdahalelerinin yer aldığı yeni bir anayasa ihtiyacı ile düzenlenmeye çalışılan “doğal hayatımız” bu iki parantez içine sıkışmış durumda.
İkinci yeniden paylaşım savaşı sonucu ’68 Paris’inden başlayarak tüm dünya mağdurları (özgür bedeni) gizlemeden, örtmeden toplumsal hayata dayatma hukukunu yasalaştırmak isterken bunun için “çıplaklığı” savunuyordu. Öznenin bu “yalın hali “ talebi, emek beden sorgulaması ile birleşip iktidar mekanizmalarına doğrudan tehdit oluşturmaya dönüşünce tüm dünyada bu duruma müdahale etmek zorunlu olmuştu. Üniforma, saç-sakal,kılık-kıyafet , davranış disiplinleriyle örtme mekanizmalarının yeniden yapılandırılması devletin bekası için gerekmişti. Veya piyasa üzerinden moda, pornografi, seks turizmi yoluyla sistem içine yeniden çekilmişti.
Bizde, 82 anayasası ile yaptırımlaşan bu müdahale, toplumsal beden yaklaşımından hızla özne, bireyselleşme persfektifinden bir sorgulamaya doğru kaydı. “Örten kimliği” üzerinden Neşet Günal’ın korkuluklarından, Gülsüm Karamustafa’nın kolajlarına, İpek Duben’in tuval üzerine yapıştırılmış pazenlerinden (Şerifeler) İrfan Önürmen’in tüllerine, Neriman Polat’ın “sarışın” peruklarına, Şükran Moral’ın çarşaflarına doğru evrildi. Örtülen (beden) üzerinden ise Fatma Tülin’in büyük ebadlı tuvallerindeki beden oylumlarıyla başlayıp, yine İrfan Önürmen’in pornografik bedenleriyle devam eden, Neş’e Erdok’un “Anne” serisinde gerçeklik düzlemine kavuşan, Aslan Eroğlu ile gelenek köprüleri kuran, Gül Ilgaz ile kendiyle hesaplaşan bedene doğru evrilen, Özgür Korkmazgil ile hiçleşen, Taner Ceylan ile iç şiddete dönüşen bir süreci izlemek mümkün.
Bana göre Nazan Azeri’nin ortaya koyduğu ise, tüm bunların ötesinde bedenleşememenin yukarıdaki çercevede “hukuksallığıdır”. Son işleri aidiyet olarak-yitirilen, kalıtımsal olarak-direnen, doğa olarak-yokedilen, özgürlük olarak-gaspedilen çatışmasının radikal tutulmuş bir hesap defteridir. Siyah beyaz kontrastlığı, gerilimi yüzeye taşıyan organik- inorganik ayrımı, sert geometrik formları, doku tezatlığı ile etik bir arayışı dayatmaktadır. Giderek kaotikleşen dünya gerçekliğine paralel olarak işler, kadın-beden bir duyarlılığı doğa(llık) üzerinden, iç güdüsel, kent dışı (zoé) köklerinden konuşan korku temelli gerilim hissettirmektedir.
Medeniyet ve modernite karşısında romantiklerin yitirilen üzerinden korkuları ve aynı zamanda gelecek üzerinden değişime yönelik çelişkili yapılarının kaosuna benzer, iç ürperten bir endişe ve arzu , Faust’un şeytanla anlaşmasını talep etmektedir. Sanki Sovyetik idealin yolun başında taşıdığı geleceğe ilişkin müdahale istencini çağrıştıran bir tutkunun eşiğindeler. Dziga Vertov’un kurgulanmış görselliğini taşıyan, fotomontaja yaklaşan yüzey kurguları, örtmek isteyen zamana karşı, hayvansı bir varlığın bedensiz haykırışına dönüşüyor.
Hissettiğimiz sessizlik Kozmoz’un sesidir.
*Nazan Azeri, “Sanatı Üzerine Söyleşiler Yazılar “isimli kitapçıkta ve “Adı Konmamış” sergi kataloğunda yayınlandı.