İskender Savaşır, Feyyaz Yaman, Nazan Azeri " Adı Konmamış" sergi yapıtları ve diğerleri üzerine konuşmalar, 2010

Temmuz-Ağustos 2010

1.Gün/ Teşvikiye Kafe’de
Nazan Azeri: İşlerimde şöyle bir şey var gibi geliyor, evet toplumsal olaylar giriyor işlerime ama   ben birşeyi bedenimde hissetmezsem duygu olarak, onu imgeye dönüştüremiyorum. Tek başına yalıtılmış bir birey yok, birey toplumla birlikte var. Evet ben bir bireyim ama beni toplumdan, kadın oluşumdan dünyadan, Türkiye’de yaşıyor oluşumdan, şundan, bundan, hiçbir   şeyden soyutlamak mümkün değil. Öyle bir bireyim yani ben . Dolayısıyla dünyadaki , ülkedeki, yada yaşadığım ya da izlediğim herşey benim içimde yansıyor. İnsanların bir de yetiştirilmeleri var , geçmişleri var. İmge, aslında bütün bunlarla harmanlanarak imgeye dönüşüyor. Duygu olarak hissederken de sanki böyle geçmişimden, belleğimden birşeyler taşıyorum işin içine. . O yüzden de bilinçaltı süreçlerle, toplumsal süreçler içiçe geçiyor. Bedenimde duygu olarak bir yere oturuyor ve o da imgeye dönüşüyor. Bunu bilerek yapmıyorum da, sonradan baktığımda böyle yaptığımı farkediyorum. O açıdan benim bu tarafıma da bakmak gerekiyor sanki. Çünkü herşeyi en başta bilinçli olarak çok da net bilerek hareket etmiyorum.
İskender Savaşır:  Şöyle bir bakışta gördüğüm şey: Çoğunda en azından, “ne kadar eşyanın içine siniyoruz biz?”e dair bir soru var gibi geliyor. Seçilen eşyalar da rastgele şeyler değil. Elbiseler, gelinlik, annenin gelinliği— önemli olmuş şeyler… Eşya bizi ne kadar ifade ediyor, ne kadar yansıtıyor? Biz çekildikten sonra bizim hakkımızda ne kadar söz söylemeye devam ediyor, ya da kendi öyküsünü ne kadar yaşamaya... Eşya insan ilişkisi çok önemli bir yer tutuyor sanki bu işlerde.
Bu sefer, benim gördüğümü iddia ettiğim şeylere de bu sefer tam aksi yönden yaklaşılmış sanki. (Resim: 1, “Düş Rolleri” isimli işler hakkında)  Terkedilmiş bir takım giysiler yabancı birtakım insanlara giydirildiğinde bu sefer onlara ne hikaye anlatıyor?  Şimdi sanat eserleri hakkında benim şikayetçi olduğum, sanırım senin şikayet ettiğin iri laflar kısmına geçeceğim. Eşya hakkında bu söylediklerimiz bana şunu  düşündürdü. Haidegger’in Van Gogh’un postalları hakkında yazdığı yazıyı. Herkesin çok sevdiği   o yazıyı biraz problemli bulurum ben. Çünkü çok önceden, sanat eseriyle karşılaşmadan çok önce verilmiş yanıtları söylüyor gibi… Yani sanat eserinden çıkarılmış bir okuma değil o. Bazı şeylerin çok önemli olduğuna dair önceden verilmiş kararların, hani toprağın önemli olduğuna, tarımın önemli olduğuna , köylülüğün önemli olduğuna dair kararları örneklemek üzerine oturtulmuş. Bu işlerin çekiciliği, tam önemin kurulabilmesi ya da kurulamaması anında yakalanan bir şey var sanki.  Çok daha içli bir şey var burda , çok daha silme anı. Kendimizden bir şeyleri eşyaya emanet edip, onların onu hem taşıyabilmesi hem taşıyamamasını aynı anda görüyoruz sanki.
Bebekler, pamukların içinde bitki yetiştirme, biraz daha farklı tabii. (Resim: 2, “Dönüşüm” isimli iş hakkında) Ama aynı çerçevede okunabilir . Sanki sürekli şunu soruyor, sen ne kadar bendensin, bana aitsin, benim uzantımsın…?
Feyyaz Yaman: Aynen
İskender Savaşır: Ve benden sonraki hayatın benim hakkımda ne anlatıyor ya da anlatmıyor, ne kadar karşılıklı birbirimizi öksüz bırakıyoruz…? O bakımdan, kadınlıktan illa bahsetmemiz gerekiyorsa   eğer, belki seçilen eşyalarla da ilgili daha çok. Erkek deyince daha çok yapıp etmek, üretmek üzerinden düşünüyoruz tabii. Burada tam anlamıyla kullanmak, eskitmek, birlikte yaşlanmak, aşındırmak… Zamanın geçişine dair bir hikayenin sürekli izi sürülüyor gibi geliyor.
Feyyaz Yaman: Nazan’ın baştan beri işlerinde hep kadın olarak, kadınlık olarak bir yaklaşımı var ama hep yitip giden üzerine de bir şey de var. Yani yarına ilişkin de taşıdığı endişe olarak, yarın o anlamda mı giriyor işlerine acaba? Onun ötesinde hep bence yitirilen üzerinden endişeleri var. Bunu hem kişisel serüveni olarak ele alıyor, sonra da onu siyasal yorumlarıyla birleştirince bakıyorum muhafaza etmek ile ilgili cümlelerine   de bağlaç oluyor. Ordan bence form okumasını yapmak lazım. Son sergisine koyduğu videoda çünkü şu vardı, annesinin gelinliğini ağaca asmıştı. Acaip bir fırtına vardı ve böyle çok sallanıyor ve Neşet beyin korkuluklarındaki figürler gibi, gerçeküstü, hayalet formunda ifadeler alıyordu. Ağacın sallanması…bazen tutunmak, bazen bırakıp gitmek ister gibi…   bazen şişiyor, içi doluyor sanki bedenleşiyor gibiydi . Sonra bir bakıyorsun yine paçavra haline geliyor, çok zayıf oluyor, kırılgan oluyor, tek bir yerden tutunur hale geliyordu . (Resim: 3, “Annemin Gelinliği” isimli video art hakkında)
İ.S: Böylece daha dramatik…
F.Y: Burda biraz önce gördüğümüz, merdivenlerden alıp götürdüğü merdivenler silsilesine , bu sefer daha kendinden bir bağlaç vardı. Onlara bakınca, o geleneği yitirme durumu…
İ.S: Yitirilen değil de yitirilmekte olan, hani sürecin kendisi sanki … Belki işleri o kadar özgün kılan da bu… Belki şu soruyu sormamıza da yol açar: Çok sıradan bir süreci anlatıyor; peki, bu kadar sıradan bir süreci seyretmek istiyor muyuz? Yani her an hep olmakta olan. Herşey her an biraz yitiriliyor, eskiyip elimizden yitip gidiyor. Yitirilmek sürecinin sonunda yaşanan bir kayıptan ziyade, bir kaybediş, kaybetmekte oluş.. Belki bu bizim zaafımız da ama o kadar sıradan bir şey görmek istediğimize emin miyiz yani?
F.Y: Bazen öyle oluyordu ki,   sadece o yitirilen değil de, yitirilenin ötesine geçiyor. Bunu kurmuyorsun zaten, çünkü o anneyi tanımıyoruz, o özneyi tanımıyoruz. Ne olursa olsun                                                 dala takılmışlık, yine de insanı hüzünlendiren, iradesinin güçsüzlüğü  ile   başbaşa bırakan bir şeyi tetikliyordu.. O zaman bu ortam ne ?   Bu içine düştüğümüz irade ne?   
İ.S: Benim sanattan beklemekten belki kaçınamadığım anıtsallık ihtiyaçlarına hiç cevap vermediği için belki. Yani bir protesto ânı nerde burda? En baştaki işlere dönelim mesela onlar çok pentürdü, yani süslemeciliği ile de güzel, duran, durduran şeyler. (Resim: 4 “Örtemeyen” sergisindeki resimler ) Burda evet o sızıyı çok hissettiriyor hani. Yani bir adım sonrası da, bunu gösteren resmin kendisinin de öyle epriyeceğini, kağıdın dokusunun ayrışacağını falan hissedebiliriz. Yine burda çok, pentürlü bir şey var, bunlardan farklı olarak yani.
F.Y: Zaten donup kalıyor orda. Burda en fazla gardroptaki asılmayı düşünebiliriz. Ama burda doku öne çıkıyor. O çözülme, erime, parçalanma… ( Resim: 5, “Adı Konmamış” sergisindeki resimler  hakkında )
İ.S: Eprime diyelim. Bu başlık da hoş aslında, “ Örtemeyen”. Örtmeyen de değil ama tam olmayan bir şey.
İ.S: Burda benim dediğim anıtsallık ihtiyacını karşılayan bir şey var. Tesbit etmek, onun anlarına daha kalıcı bir biçim vermek. Yani direniş anı  ve medeniyete geri dönüş.
F.Y: Dışa vurmanın bile tedavi edici, iyileştirici bir yanı var.
İ.S: Sadece dışa vurmanın değil, orda kalıcılaşmanın. Çünkü öteki de dışavurum. Burda kullanılan malzeme ve işçilik çok önemli. Yani ona, eprimeye, eskimeye karşı bir şey yapıyorsun.
F.Y: Orda bir çilecilik de var mı? Hani bezemenin ulviyet karşısında aldığı tavra benzer, varlığın da kavranamıyan karşısında aldığı tavra benzer ritüelleşme gibi bir şey var mı?
İ.S: Her işçiliğin bir çileciliği vardır. Olabilir, üstelik ben bir adım daha ileri bir şey söylüyorum, burda daha eril bir şey var. Yani protesto edilen bölümde. Ötekinde, eskiyen eşya ile yaşlanan kadın birarada gidiyordu. Burda halbuki artık sanatçı bir anı yakalayıp, belki daha çok yaşlanarak , ama ciddi bir işçilik ve ciddi bir emekle kazıyor.   Kazıyor ve kalıcı kılıyor.
F.Y: Bütününe baktığımızda öyle bir şey söyliyebiliriz.
İ.S: Evet. Ama bu formların evrenselliklerinden de   konuşabiliriz. Yani açıların, keskin açılarıyla dağılgan formların…
F.Y: Ben bunlarda pek expresyon hissetmedim. Sen bunlarda hiç ekspresyon hissediyormusun?
İ.S: Yok, ötekilerde daha çok vardı. Onlarda daha çok var ekspresyon. Hani o hüzün dediğin…Şey ilginç olabilirdi… o videodan görüntünün bunlarla birlikte sergilenmesi…
N.A: Evet videodan kareleri alıp koymuştum bir yere…
İ.S: Ne bu hale döndü? Hangi geçiş görüntüsü veyahut hangi ele avuca sığmayan şey bu hale döndü?  Burda resim var, orada adını koymakta güçlük çektiğimiz bir şey var… bir iş… iş bile olduğuna emin olmadığımız bir gözlemcilik ürünü…
İ.S: Genel bir şey söylenebilir, çok aydınlatıcı değil ama , bütün işlerinize baktığımızda şu tema var. Hepsinin sorduğu şey, nesneler işlevlerini yitirdiğinde bize ne hikaye anlatıyorlar? Bir anlamda bu tema bütün işlerde var. Bez bebekler, ortamlarından çıktığında, o işlevi kaybettiğinde bize ne anlatıyor?   Terkedilmiş elbiseler    evsiz insanlar tarafından giyildiğinde onlara ne anlatıyor?    Yani işlevin ötesinde kalan öykü ne?
F.Y: Şu da yok mu? O nesnelerin fonksiyonel olduğu dönemdeki   fonksiyonun da sorgulandığı bir eleştirellik de var. Mesela bir elbise bir bedende anlamını yitirdikten sonra başka bir bedende ne anlama geliyor? Yahut o bedeni etkiliyor mu?(Resim: 6 ,”Düş Rolleri” isimli iş hakkında)
İ.S: Etkilediği gösteriliyor.
F.Y: Yahut ev… (Resim: 7, “Adı Konmamış” sergisinden “ Tepetaklak” isimli enstelasyon hakkında) Bunu kurgulayan arkadaki yaşam düzlemini belirleyen durumun alt üst olması gibi. En kaba söylem o. Ama bu, aynı zamanda bir çocukluk ütopyası olarak nasıl aşılamıyor? Hep bunlar da semboller üzerinden genel ideolojiyi de sorgulayıcı.
İ.S: Tabii.. Bütün anlamlar dünyamızın iğretiliğine dair çok ciddi bir şey var.   Yani ebedilik atfettiğimiz, düşünmeden ebedilik affettiğimiz, gelinlik gibi, sorgulamadan, nasılsa dediğimiz şeyin ne kadar iğreti olduğunu, onların da aşınacağını… Ve kastedilenin dışında çok metruk  bir hikaye anlatıyor. O resmî öykü ile, kalacak olan arasındaki oransızlık hepsinde hissediliyor, eleştirellik dediğin buysa…
F.Y: Bu resimlerdeki parçalayıp koyma…(Resim 8: “ Adı Konmamış” sergisine ait tuval  resimlerinden) Karşı Sanattaki merdivene koyduğun sürüklenen annenin gelinliği vardı.  (Resim 9: “Sürüklenme” isimli iş hakkında) Sanki o işlerin devamı gibi bu resimler.
İ.S: Burda anlatılan hikaye, yol olamayan bir yolmuş gibi gözüküyor. Bir klostrofobinin içinden… Bir hareket var ama… (Resim 10:“ Adı Konmamış” sergisine ait resimlerden)
F.Y: Esher’vari bir merdiven …
İ.S: Esher’den de daha kabusumsu, daha klostrofobik. Yolculuk olamayan bir yolculuk… Bana düşündürdüğü öyle bir şey, hafif içimi sıkan. Bir yere gitmeyen bir yol. Yolculuk zannettiğimiz şey yolculuk değil. Hep aynı odalarda, aynı mekanlarda döne döne. Yani modern dünyanın tıkanmışlığı… İyice Kafkaesk bir yere doğru da gidiyor. “Şato” gibi.
F.Y: Daha sert de bir dili var, hem renk olarak hem geometrik form olarak. Son resimdeki o doğa, biraz anlatımı düzleştiriyor. Dönüş orası mı, kurtuluş orası mı? Yahut eleştiri, kopuş noktası , çıkış orası mı? (Resim 11: “Adı Konmamış “sergisinden resim VIII)
İ.S: Bu tür resme, sizin eleştirel dediğiniz resme benim itirazım, hayatın olumlandığı an nerde burdayı görmekte güçlük çekmemden.  Yani herşey epriyor, aşınıyor, içim sızlıyor… Romantizmden beri bu hale gelmiş bir damar var. Modernler bunu böyle zannetmeyi giderek daha iyi buluyorlar diye bir derdim var yani… Bunu da eleştirellik tadında bir de gerekçelendirmesi var. Koca bir teori var bunun arkasında. Koca bir siyasi politika var, sol…
İ.S: Burdaki kontras güzel bir kontras… Yani bu çiğlikle, yol gibi görünen şeyle bunun bu kadar farklı, birbirlerine ulanmaması… Yani bu oraya varmıyor aslında.
F.Y: Ama bu anlatım da bence düz bir anlatım. Resimsel değil anlatımcı bir şey… anlam değil, anlatım var   sanki burda…
 İ.S: Bu en güzellerinden birisi..Doku olarak diğerlerinden çok farklı. (Resim 12: “ Adı Konmamış” sergisinden resim VII)
F.Y: Evet Camlaşması, kırılganlaşması.., o doku ile birleşmesi…
İ.S: Mesela burda şeyin tadını alıyorsun… bu kadar farklı dokuların var olması ne güzel… yani lezzet diye bir şey geliyor..
 F.Y: Yeni bir tat… Füzyon mutfağı gibi..
 İ.S: Hah evet ona… Orhan olsa şimdi burada yüzeyin verdiği rüşvete kanıyorsun derdi. Görsel tada kanıyorsun…Yani evet ben de sanattan onu istiyorum.
F.Y: Anlıyorum.
İ.S: Yani, hani bunun tadı diyeceğim. Başka birini ele alalım, daha sertlerden birini alalım… eee bunun tadı tuzu nerde?
F.Y: Bu Hitckokvari (Resim 13: “ Adı Konmamış” sergisinden kare resim hakkında)
İ.S: Evet.
İ.S: Bu bana çok güçlü geliyor. ( Resim 14 a ve b: Örtüsüz/Karalamalar fotoğraf ve desenleri hakkında) Bunun üzerinde durmak, düşünmek filan istiyorum. Bir sergide geziyor olsam bunun önünde durur düşünürüm.
F.Y: Örttüğü ile örtemediğini konuşuyoruz ya, burdaki örtme daha insani bir iktidardan bahsediyor.
İ.S: Şimdi düşünüyorum da bu evler sabundan olabilir…  (Resim: 7, “Adı Konmamış” sergisinden “Tepetaklak” isimli enstelasyon-heykel  hakkında)
N.A: Olabilir evet…..
F.Y: Zar etkisi, zar atmışsın gibi olabilir…
N.A: Aslında bu evleri bir salon dolusu yapmalı, ters-türs dönmüş… Daha etkili olur.
F.Y: Sonuçta bir ev dolusu evler gibi bir şeye döner…
2. Gün/ Atölye
N.A: Bu işlerin hepsine bakıldığında, sanki biçimsel olarak dıştan ilk bakışta, daldan dala konumlanmış gibi bir durum varmış gibi algılanabilir ama, aslında iç sesi itibariyle öyle değil.
F.Y: Sana göre ne ilişki var arada?
İ.S: Ben bir şey önerebilirmiyim? Şu videoyu seyretsek… (Resim 3 :“Annemin Gelinliği”ve  Resim 15:  “Örtüsüz” isimli videolar hakkında) Çünkü benim yakaladığım ve sürebileceğim iz,  tam da   bu eşyanın tanınması ve bir anlamda da o sizin istediğiniz izin sürülemiyeceği hakkında da bir şeyler var. Sanatçı kendi muhayyilesini, kendi imgelerini  birarada tutuyor. Tutmaya çalıştığı şeylerin kavramsal adını koyamayız gibi bir şey diyeceğim…
(“Annemin gelinliği” ve “Örtüsüz” isimli video art çalışmalar  izlendi.)
F.Y: Nasıl başlıyalım konuşmaya?
İ.S: Ben  eski çalışmalara bakmak anlamında değil ama bunlarla ilgili biraz ev ödevimi yaptım. Oradan hareketle biraz konuşabilirim. İsterseniz öyle yapalım.  Şu an karşımda duranlardan da başlıyabilirim ama “Annemin Gelinliği” lafından da başlıyabilirim. Eşyayı, hayatı, gündelik nesneleri, durumları - gene sistematik bir dil kullanıcam - adlandırmak için kullandığımız, başvurduğumuz bir dizi araç kabul edelim,   Lacan’ın sembolik dil dediği.  Tam üzerinde anlaştığımız, aslında büyük ölçüde ideolojiyi de taşıyan. “Annemin gelinliği” lafı öyle bir laf aslında, değil mi? Annemin gelinliği dediğimizde hepimizin aklına bir sürü duygusal yük, çağrışım geliyor ve üstelik bir takım beklentilerle de geliyor. Yani onların akla veriliş şekillerini de düşünmemiz gerekiyor. Daha da ucuz bir iddiada bayağılaştırayım işi, “annemin nişan yüzüğü”… Bir kadına annemin nişan yüzüğünü verince etrafında müthiş bir övgü oluyor. O çerçevede bence…  büyük ölçüde fotoğraf da, hala o çerçevenin çok fazla dışına çıkamıyor. Çoğaltılabilir olan, tekrarlanabilir  olan… Herşey tekrarlanabilir, klişe imişcesine sunulmak üzere. İlk gördüğümüz videoda da, tüm bu işlerde de en önemli olan,  bana…biraz klişenin ya da o deneyimin veyahut eşyanın kendisinin, o klişe tarafından taşınamaz halini hatırlatıyor bize. Bir şekilde o atfettiğimiz anlamların dışındaki o tekil varoluşla ilgili bir şey söylüyor. O yüzden de mesela burdaki perdeleme,   aslında görmemizi sağlıyor. (Resim 16 a ,16 b:  “Adı Konmamış” sergisinden “Örtüsüz/Karalamalar” fotoğraf ve desenleri hakkında) Fotoğraf görmeden bakmamızın, görmeden bakarak geçmemizin yollarından biriyken, o şekilde perdeleme bu sefer gerçekten bakmamızı sağlayan bir şey.
 Hani videodaki rüzgarı sanatçının yardıma çağırdığını söyliyebiliriz. (Resim 3: “ Annemin Gelinliği”isimli video art)  Yani rüzgar işin bir kısmını götürüyor. Sanatçı rüzgara yaptırıyor o çekip almayı, ideolojik çerçevesinden de, gündelik  sembolik çerçevesinden de çıkarıp bir hayal olarak, yada hayali bir daha gerçek olarak… gerçekten bizim hayatımızda, deneyimimizde tuttuğu yerle, tuttuğu tutamadığı, eksik kaldığı  veya   dönüşüme uğrattığı, lanetlediği yerle,  çok daha tekil olan yerle yüzleştiriyor.
 Bu İmgelerin… diğer tuvallerle nasıl bir, ilişkisi var diye başladınız . Hani bir yandan da kendi iç dünyamızın mimarisi de belli değil. Bu mimarinin nasıl kurulmuş olduğuna  dair bir anlatı, bir yer  var ama,  içinde bulunduğumuz  çeşitli mekanların birbirine nasıl eklendiği nasıl ulandığı, hafızada nasıl  bir yer tuttuğu , aslında hep yeniden  kurgulanması gereken bir şey… ve sanki bu tekrarlarda, nereye gittiği belli olmayan merdivenlerde, ucu belli olmayan yürümelerde , mimari enteriör  ile  dış doğanın içiçe geçmesinde kurgulanmaya ihtiyaç duyan ve belli bir kendine özgü kurgusu da  olan bir  iç dünyaya götürüyor. O bakımdan sembolik olan, yani sembolik olan deyince işin   problematik yanı pek ortaya çıkmıyor, ideolojik  olan diyelim, ideolojik olan mekan kurgusuyla, bir nesne anlamıyla  “bu bizi yarı yolda bıraktı”… ile, hayalleri arasında bir yerde duruyormuş gibi. Bu işlerin o yüzden de çok dokunaklı olabilen bir yanları var.  (Resim 17“Adı Konmamış II” )
 Yani tanıdığımız,  gördüğümüz  yada  gördüğümüzü  zannettiğimiz  çocuğu ,  ancak üstünü örttüğümüzde- şimdi o işler üzerine konuşuyorum - ( Resim 14 a-b,16 a b “Örtüsüz/Karalamalar”) ancak o tanıdık görüntüyü iptal edecek bir şey yaptığımızda, ancak rüzgar gelinliği parçalamaya başladığında, annemin gelinliği o adlandırmanın baskısından kurtuluyor.(Resim: 3) Kendi daha özgün varlığına kavuşuyor.
 N.A: Ya da erkek giysileri tak tak tak merdivenden düştüğünde
İ.S: Ama işte bana o kadar iyi gelmeyen yanı o, işin. O  kendisi. Belki de benim fotoğrafla ilgili söylediğim şey. Tahrif  edilmemiş  yada  üzerinde oynanmamış  sinema  dili  diyeyim  ya da fotoğraf dili, o ideolojik çerçevenin, o sembolik anlamın dışına çıkabiliyormu, çıkamıyor mu ? Bizim fotoğraf hakkındaki tartışmalarımızda da sık sık gündeme gelen şey. Ben galiba teknik anlamıyla  manipülasyonsuz  fotoğrafta görülebilecek şeylerin sınırlı olduğunu düşünüyorum. O videoda da (Resim 15 “Örtüsüz” isimli video  art hakkında) çok fazla bir, başka bir kelime bulamadığım için kullanıyorum, çok fazla bir gerçekçi anlatı, gerçekçi sinema anlatısı kalıpları  içersinde anlatılan bir gidiş  var.  Rüzgarın yaptığı şeyi yapan bir şey yok orda. Hani hep  öyle  festival  filimleri  çok  gördük. O festival filimlerinin kendisi de bir kimlik üretme biçimleri. Hani,  hayata  karşı çok yeri yurdu belli. Yani orda bir şey tekrarlanıyor gibi geliyor bana. Gelinlikte olduğu  gibi  bir şey ilk defa görülüyor  yada deneyimin içindeki duygusal şiddetiyle görülüyor gibi değil de…işte fransız geliyor  o bana. Tamam,  itirazım yok öyle bir şeye. Gerçekçilik belki de o yüzden imkansız.
Bu tuvallerdeki mekan kurgusu,   değişik mekan planlarının üstüste bindirilmesinin önemi de o. Mesela ben bunları rahatlıkla sanat tarihine giderek - bana daha kolay geliyor- Hollanda enteriyörleriyle karşılaştırabilirim. 17. yy enteriyörleriyle… yada  19. yy başında da var öyle enteriyörler. Onların yapmaya çalıştığı, onların da bir zamanlar denemeye çalıştığı şeyi deniyor sanki. “İçinde yaşadığımız mekanı birarada tutan şey belli değil. O ne ?” gibi bir soru cevapla döneniyor. Yani çok sık verilen bir, hani eleştirel teoriye son zamanlarda sızlanma diyorum ya, ah ah ah eskiden bütünlük vardı, şimdi bütünlük kayboldu diyoruz  ya,  aslında hiçbir zaman bütünlüğü yoktu. Sanat zaten hep o yüzden var. Bence bu tür resimlerin önemi, o bütünlük gibi görüneni, yani bir görünüp bir kaybolan bütünlük gibi şeyi bize hissettirmesi. Yok diye sızlanıp durmayıp bir şekilde yine de birbirine ulanan, doğa gibi bir parçanın bir ucundan görülebildiği, bir odanın bir yere açıldığı, bir enstantanenin değişik tonlarda  tekrarlandığı  şeyler… evet , yani bizim mekanı içimizde taşımamız hakkında doğru bir şey söylüyor. (Resim: 10,11,12,13,17)
F.Y: Ben şunu  daha çok düşünüyorum. Nazan bunlara nerden ve neden gelme eğiliminde? Ona bunu söyleten şeyin ana kaynağı ne?
 İ.S: Onunla ilgili bir yanıt  biliyormusun?
F.Y: Yani zamanla ilgili tabii ki var, dolayımlı olarak. Ama daha çok bence organik bir yerden geliyor Nazan  oraya. Bir yandan kendi  bedenselliğinden geliyor.
İ.S: Zamanla ilgili derken …tam iyi ifade etmedin aslında ne demek istediğini. Kendi gövdelerimiz  aslında zamanın izini çok iyi taşıyabiliyor. Yoksa artık taşımıyormu?
F.Y: Belki onun eleştirisi.
İ.S: Yani gövde deneyimi aslında zamanın izini çok iyi vermiyor. Eşya , gövdelerimize kıyasla çok daha organik  nitelik kazanmış gibi. Eskime duygusunu, zamanın bıraktığı izleri eşyaya bakarak çok daha görebildiğimizi belki…
F.Y: Bana sanki o, Nazan üzerinden bakınca doğru gibi gözüküyor ama çağın süratine bakınca öyle bir iz okumanın da imkansızlaştığını görüyoruz. Çünkü nasıl diyeyim… çok fotoshop mantığı ile artık neyin nerden geldiğinin arka anlamlarının kavranmasının imkansız olduğu bir görme, bakma ve nesne analiz etme sürecindeyiz. Yani onu okumak, iz sürmek için çok ciddi bir arşiv belleğe sahip olmak lazım hani. Bugün yeni kuşaktan birisi tonet sandalyenin imitasyonunu anlamayı asla beceremiyecek bence. Nedir o diye yaklaşacağın bir süreç. O kadar çok versiyon, o kadar çok üretilmiş… neyin nerden alındığı, niçin replike edildiği , birinin bir tarafının diğerinin neresine,  niçin yapıştırıldığını  iz sürerek okuması için… imkansız yani, kriminal çalışması lazım . Onu da yapacak bir alt yapı donanımından yoksunlar. Onun için de ben Nazan’ın öznesinden bakarak geldiğimde,   yine de problemlerinin modernist süreçten orijinli olduğunu düşünüyorum.
İ.S: Çok haklısın. O yüzden, senin  gelinliği   düşünürken   ooo  demen….   o farklı bir durum.
F.Y: Yani bir tür akliliği, işte var olan akla , dayatılan akla itirazı, bedenleştirerekten cümlesini kurduğu için, o itirazda hep daha çok iç karartıcı bir endişe ve ona tepkisel bir dışa vurum izi var bence. Hatta burada  bence,  Nazan’ın zaman zaman giderek radikalleşen, her anlamda muhalif söylemlerinin radikalliği de  gösterge. Resimlerdeki siyah beyaz ikilemi de ona gösterge. Eski sergiden gelerek bunu söylüyorum. Şimdi renklenme var ama yine de tipografik yaklaşım ve   bir takım kontrastlıklar,  gerilimler üzerine kurulu. Yani bakıyorum birbiriyle çatışan direksiyonlarda merdiven eğimleri, zigzaglığın getirdiği bir şiddet   durumu… Ama aynı zamanda hem o geometrik olanla organik olanın yanyana kullanılması… Bunlar çok uçlarda gezinen anlayışların  birarada söylendiği bir cümle  formatı.
İ.S: O zaman gel adını koyalım şunun, o zaman  romantik demiyelim, barok diyelim. O yüzden 17. yy. enteriyörlerine gittim. Katılıyorum sana. Barokta da o bütün dağılmaya rağmen estetik kertede bütünlüğü yeniden kurma, modernistlerle de paylaştığı,  yani bütünün yeniden kurulabileceğine dair iddiadan vazgeçilmemiş olan bir yerden bahsediyoruz.
F.Y: Evet  ama çıkış noktası açısından . Bir yanda da gerilimi açısından  bu sefer de romantikler gibi ,  Casper David’in gerginliği  gibi bir gerginlikle bizi başbaşa bırakıyor . Hani hem doğanın karşısında olup hem de Göthe’nin pozisyonunda, Faust’un pozisyonundan bakan bir yerden konuşmaya başlayan bir gerginlik bence var.  Hatta Alman popartındaki gibi   tipografinin Amerika’dan ayrıldığı, daha  bir gerilimli kullanıldığı,  kontrastlıkların ön plana çıkarıldığı gibi… Ben ama o gerilimleri Nazan’da şöyle okuyorum: Birincisi kadınlığı var. Kadınlığını daha çok doğayla özdeşleştirdiği bir yan var. Organik formların hepsi ordan geliyor.  Ve bu doğal olana karşı kent ve akli olanın getirdiği uyumsuzluk  ve karşı kutupluluk, zıtlık;  ordan doğan çelişki ve onun eril sembolleri… Bu iki çatışmanın ortasında sende cümle kurma aralığı. Oradan baktığımda hep seni o gerginliğin içersinde görüyorum . Mesela Robert Longo’nun, o gökdelenden düşen iş adamları resimleri gibi. Takım elbiseli yuppilerin,   tıpkı  11 eylüldeki gibi  düşüş kareleri… Orda nasıl New York dünyasının ekonomi merkezli, insanı hiçleyen yanını sembollerle bir iç korkuya, çağın korkusu haline getiren bir ifade biçimi var idiyse… sende de eril olanın, takım elbiseyle en kaba şekilde sembolleştirildiği   ama hani senin çelişkin olarak   birşeyin ardınca sürünüp giden, düşe düşe giden ve sonuçta doğada tıpkı “ Sineklerin Tanrısı” filmindeki totem gibi dallara asılıp kalmış, doğanın kendisine mahkum olmuş bir noktayla   sonuçlanması... Hatta biraz çocuk ve dinsel imgeler üzerinden, çarşaf üzerinden kadını örtücü,  daha çocukken o masumiyeti kapatıcı şeylerle  de birleşmesi;   kadının erille  olan  o korkusu, babayla olan…    çok bence kesmiyor, çok avrupai geliyor ama  öyle bir karşıtlığın  daha temelde  kent, doğa, akıl, akıl dışı denilen alan. Kadın, doğanın temsilcisi olarak  ve hatta cadılık olarak. Karşısında  erillik olarak,  medeniyet sembolü erkek uzantılı şeylerin sürekli çatışma ve  hesaplaşma halinde olduğu bir çizgide görüyorum.
 Nazan’ın daha önce mutfağa, nesnelere, objelere yansıttığı, çay tepsisi, maşa ,bıçak üzerinde portreleri vardı. Tencere kapakları gibi şeylerde yansıyan kadın yüzlerinde,  dar bir alana sıkıştırılmış olmanın getirdiği isyan taşıyan şeyler vardı.  (Resim 18, “ Bennesneler”) Onlar   da, yine daraltılmış bir alana  mahkum olmanın getirdiği isyan çıkışlı işlerdi.  Bütün bunlardan yola çıkarak , temelindeki   kaba söylem  olarak bunu söylüyorum ama,  sende  bu ses,   zaman zaman  işte rüzgarın sesi oluyor, savrulmuşluk oluyor… Buna müdahale edememe, gücün yetersizliği gibi alt çelişkileri taşıyor bence.
İ.S: Buna şöyle bir itirazım olacak… senin dediğine. Doğa, doğanın öyle net bir şekilde diyelim kadınsılıkla özdeşleştirilerek bir diriltici güç olarak, işte demin söyledik, tekil anlamı iade eden güç olarak görüldüğü yer , tek yer bence video. Aşağıdaki tuvallerde, burda doğa, doğa olarak görünemiyor.
F.Y: Evet   doku olarak var.
İ.S: Sonuç olarak çok da alternatif bir ilkeymiş gibi değil, ki o bakımdan daha sahici bir şeyi resmediyor .
F.Y: Dişililik duygusunu bence bu resimler kabul etmiyor. Hatta  dokusal  örtüş  öyle bir ağ şekline gelmiş ki,  bu aynı zamanada erilliğe bir tuzak. Onu kapanına almış, sindirmiş bir enerji  de çağrıştırıyor . Ama bana göre yine sonuçsuz  katastrofobik bir noktada. Onun için de çok gergin noktada işler.
İ.S: Ben erilliğe değil, sembolik olana diye düşünüyorum.
N.A: Aslında  ben bu dili de, çok eril bir dil olarak  görüyorum. Kadını doğayla, medeniyeti erkekle eşleştirmek, bence bu çok eril bir dil.. Böyle ikiye ayırdığında… Eril olanın doğayla ilişkisi yok mu?  Bence var ve  bu gözardı ediliyor  ve bu çok eril bir söylem yani. Ben öyle düşünmüyorum.
F.Y: Mesela sen ne düşünüyorsun
N.A: Böyle bir şeyi ikiye ayırmak   ve  bu budur, bu da budur demek. Bu yanlış bir şey bence. Bu dil yanlış. Niye biliyormusun? Çünkü onun içindeki ötekiliği gözardı ediyor. Sanat tarihinde de böyle de, bu dil onun içindeki ötekini sıyırıp  bir  yana  atıyor. Halbuki öyle değil gerçek.
F.Y: Eril olanın içindeki öteki ne o zaman?
N.A: Eril olanın yokmu doğayla  ilişkisi ? Hem de varoluşsal bir şekilde var ama yokmuş gibi davranıyor. Kendini belli  şekilde adlandırmak için…
F.Y: Ama akli olarak alırsan… bana göre akıl sonuçta doğa içinden çıkan ama doğaya  karşıt bir çok şeyi sembolize ediyor.
N.A: Kadında da var akıl.
F.Y: Ama onun tarihselliği ataerkillikten bu yana iktidar ve hegemonya üzerinden örgütlenme modelleri geliştirmiş. Kadın  buna  göre belki bir yerde bir mekanizma  geliştirmiş;   o da,  dişi savaş dediğimiz harem dili.  Entrika ya da gizli bir dil üzerinden bir mücadele verme yeteneği var tabii ki her çağda .  Ama eril olanın sentetik olanla o kadar ilişkisi var ki   bence doğal olanla,  şu anki konumu için söylüyorum, uyumlu olduğunu söyliyemeyiz.
 N.A: Niye yoksa erkekler hiç ölmüyor mu? Erkeklerin  o  kadar doğayla  ilişkisi var ki , bütün erkekler ölüyor.
F.Y: Erkeklik ,  ölümü  kabul  etmemek demek. Erkeklik  kendini ölümsüzlük üzerinden tanımlamak demek.
N.A: Bence yanlış tanımlıyor erkekler kendilerini.
F.Y: Evet o doğru, son cümlen doğru.
İ.S: Bir de tabii şu var. Çok düşman çekecek bir şey söyliycem şimdi, ama  galiba  söylenmesi gerekiyor bu resimlerle ilgili. Galiba görünmek için örtünmek  gerekiyor. Fotoğraf çekilmesi görünmek değil, aksine gizlenmenin içinde.   Ancak fotoğrafın üzerini örttüğünüzde,  bakan kızın bakışını görebiliyoruz. Peçeyi giydirdiğinizde, sembolik düzenin içinde bir leke, bir boşluk , bir kayıp olarak göründüğünde görünürlük kazanabiliyor. Tabii şimdi beni çarmıha gerecekler bu söylediklerimden ötürü ama şimdiye kadar bu türban tartışmalarında filan,  hiç dile gelmeyen şey o… Kadını, ancak  onları örtündüklerinde görebiliriz.
 Öteki türlü,  “ölümü  reddetmek” dediniz,  allahaşkına ölümü erkekler mi reddediyor yoksa kadınlar mı?  Botoks yapanların yüzdesini sorarım size. Yani yaşlılığın, zamanın geçişinin inkar edildiği asıl alan bugün,  kadın bedenidir. Tamam erkek seyrine sunulmuş belki… Demin siz içerdeyken onu konuşmuştuk:  İnsan bedeninin eskimesinin, bu zamanın geçişinin izlerini artık insan bedeninden çok eşyada görebiliyoruz. Bu eşya ile sizin gösterdiğiniz ilişkide, videoda , ufak evlerde, zamanın geçisinin izlerini bugün artık eşyada, eşyanın eskimesinde, yıpranmasında, kullanışlılığını kaybetmesinde görüyorsunuz. Burda yine Casper David’le ilişki kurabiliriz. Onda da , kullanışlı nesne görünmez nesnedir  de... Yalnız, ya yıkılmış evler ya terkedilmiş… ancak işlevini kaybettiği zaman, eser  etkili olacak statüsüne yükselebilir diyelim. Burda da benzer bir şekilde, ancak sembolik olanın tuzağından kurtulduğu zaman… Yani  bir anlamda  tuvalin yüzeyi onları sembolik olanın tuzağından kurtarıyor.  Ama Nazan’ın dediği gibi,  bir şeyine katılacağım, sanatçının dili çok emperyalist  bir dil  aslında… burda Nazan Azeri’nin dili. Yani erillikle dişilliği iptal eden,  ben onu da içeririm, onu da içeririm , yani doğayı da,  kenti de içerecek bir ortak  doku  inşa ederim iddiası tarzında  bir kasveti var. Gergin bir kasvet ama… doğanın alternatif olarak görülmesine izin vermiyor, bu tuval.  Video bizimle. Videoda rüzgar var. Sen görüyormusun bu resimlerde farkını doğanın?
F.Y:  Yok, sanki organik ve inorganik…
İ.S: Şurdaki organik… gerçekten merdivenin   dokusundan organik farklı mı orda?
F.Y: Değil.  Çünkü merdivenin üstünde bile,  yansımalardan ve merdivenin kendi dokusundan gelen hani bu bir tasarlanmış ve üretilmiş bir form, geometrik zıt dinamik bir form  derken bile , onun içindeki doğa ve doku olayını taşıyıp yine bir bütünlük kuruyor . Yani bir tür kaneviçe gibi örme, örümcek ağı gibi sarmalama hali var. (Resim: 12, “ Adı Konmamış VII” )
İ.S: Anladım.   O tekrara ne diyorsun? Hepsinde var çünkü… (Resim: 8,10,13 )
F.Y: Tekrarı… yine değişik açılardan.   Evet , bir şunda var o geometrik çatışma,  o hani Esher’vari olanlarda bir-iki tane.
İ.S: Aşağıdakilerde de var o Esher’vari. Esher’in adı benim de daha önce  bir-iki defa zihnimden geçti. Tabii ki  Esher’inki çok kavramsal bir numara.
F.Y: Bir kurtuluş, bir çıkış hali bunlarda lineer değil. Filimde öyle lineer bir şey var… hani evden çıkıp ormana gitmek gibi.  Ordaki anlatım daha  tarihsel ve düz ama  asılmışlık duygusu, bir hınç var.
İ.S: Evet.
F.Y: Hınç, sürüklemek, asmak, boşaltmak…
İ.S: Şimdi artık şey yapacağız…  sanatçının önünde böyle konuşmak biraz ayıp geliyor ama… Yani kadınlık derken bu resmi yapanın öfkeli bir modern kadın ve  iktidar  konumundaki  kadın olduğunu hesaba kat.
F.Y:Evet , yani konuşabilirim artık diyen kadın.
İ.S: Sen  hala, hani iktidar düzeneğinin biraz dışında durup , oradan taş atan bir kadından bahsediyormuşuz gibi bahsettin de…
F.Y: Yok,  onun için dedim,  biraz zıtlıklar üzerinden   Nazan  kendini epeydir inşa ediyor, her alanda. İdeolojik anlamda kontrastlıklar üzerinden de. Siyah beyazı seçmesi… Biraz onun da eleştirel dilinin saldırgan olduğu bir yer var. Hani tahammülsüz olduğu yerler.
N.A: Artık kendimi,  bütün dillerden son derece sıkılmış hissediyorum.
İ.S: Ama benim dilim herşeye hakim olabilir gibi bir iddia da var.  Beni hafif ürküten o,  bu resimlerde. Tuvallerde özellikle öyle bir şey. Ben artık  öyle bir üslup geliştirdim ki doğayı da içeririm, çıkış umudunu da, çıkışsızlığı da,  gayreti de…   Yani benim mimarim herşeye hakim artık.
N.A: Öylemi algılanıyor? Yani belki de bu sadece bir arayış da olabilir . Takıp peşine aramak gibi bir şey de olabilir.
İ.S: Ama mesela şu tuvaller bir arayış izi göstermiyor. “Ben buldum”u daha çok… Ne bileyim Feininger’i düşünsen , gerçi çok sevdiğim bir ressamdır ama, onun resimlerinde de bir arayış görmeyiz değil mi?  Artık çoğaltır bir şekilde doğayı da yani.
F.Y: Kristalleşir.
İ.S: Evet,   burdaki de karanlık bir kristalleşme belki… karbonu taşıyan bir kristalleşme ama burda da öyle bir çoğalma yok mu?
F.Y: Var. İşte ben o çoğalmayı, onun için biraz bir tür üreme ve intikam alma, hani cadılıkla ilişkilendirerek… şunu   biraz düşündüm:   Pollock vari akıtmalar değil.  Aksine tam determine olmuş, ince ince, oya oya örmüş. Örümcek ağı benzetmesini onun için daha çok kullanmak istedim. O ağı örmenin getirdiği güç,   belki o dildeki sertliği getiriyor. Hani öyle bir enerjinin varlığına inanıyor bence Nazan.
N.A: Nasıl bir enerji?
F.Y: Örümceğin ağını örmesindeki gibi. Birşeyi tasarlıyabiliyorsan, bir strüktürü… orda kendiliğinden de sonuçta nihai bir amaçsallık  var  ve bir tür yaşam-ölüm üzerinden dengesi de var.
İ.S: Fazla dengeli,  nefes aldıkları yer yok. Yani strüktürü fazla, o anlamda da…
F.Y: Burda da öyle nefes alacak bir alan bırakmıyor  Nazan.
İ.S: O  anlamda  kendi yapılandırma  gücüne fazla angaje. Demin Feininger’i örnek verdim.   Tam tersi bir yapıya gidelim; Cezanne’ın nasıl hiçbir zaman bütünleştirmediğini, nasıl herzaman bir şekilde kübizmle, izlenimcilik arasında salınıp durup bir gözü serbest bıraktığını, sen istediğini yap  dediğini…
F.Y: Strüktürü en azından örttüğü. Nazanın strüktürü bence hakikaten sert yani. Bence onu tipografik olan getiriyor en başta.   Biraz bunlarda ara tonlar var ama esasta siyah beyaz film gibi. Renk bile bence siyah beyaz okunuyor.
İ.S: Benim eleştirim o oldu. Yani kendisinden fazla emin, sözünü çok fazla net söyleyen.
F.Y: Bir yerde, sanatçı tavrı…
N.A: Ne anlamda?
İ.S: Kompozisyonu  anlamında, her şeyi içerebilme gücü anlamında, kompoze etme enerjisi dışında birşeyin görünmesine izin vermeme anlamında.
F.Y: Sana soralım peki, sen mesela doğayı ne anlamda sokuyorsun?
N.A: Bilmiyorum ki…
F.Y: Kentten kaçış mı, kente alternatif mi?
N.A: Hayır değil. Öyle şeyler düşünmedim ben. Hiç öyle birşeyler düşünmedim.
F.Y: Niye kadın mesela binanın içinden çıkıyor, gardroptan giysiyi çıkarıyor da, yürüyor yürüyor , taaa ormana  gidiyor ve  gidip oraya asıyor? Yani askıdan alıyor,  evdeki askıdan, ormana asıyor.(Resim: 19 “ Örtüsüz” lambda baskı fotoğraf)
N.A: Bilmem… benim gözümde öyle bir ihtiyaç canlandı, öyle bir imge. Alıp bu giysiyi ormana asmam gerekiyordu …
İ.S: Bu dil aslında tuvallerin diline daha yakın, senin söylediğin.
F.Y: Evet.
İ.S: Yani elektrik  tellerine  de asabilirdi…
N.A: Yok elektrik tellerine değil. Ama siz bunu bir erkek olarak algılıyorsunuz, halbuki bu sadece bir takım elbise .
F.Y: Ama yine de bence sembol olarak eril. Bir etek-döpiyes etkisi  vermiyor.
N.A: Ama orda şu da var, kadın kendini de aynı yere götürüyor.
F.Y: Ama o geldiği yere bence alıp götürüyor.
N.A: İşte o zaman deminki söylediğin dil oluyor. Yani, kadın doğaya aittir.
F.Y: Niye yalınayak gidiyor? Geldiği yerden bilgi alıyor.
İ.S: Bence o vasıf ikinci videoya çok uyuyor.  ( Resim 19:  “Örtüsüz” isimli video) O yüzden ikinci video biraz zayıf, burdaki enerji yok onda. ( Resim 3: “ Annemin Gelinliği” isimli video) Yani ikinci video çok tanıdık, çok bildik. Çıplak ayaklı kadın, vah vah vah adam terketmiş, intikamını böyle  alıyor.
N.A: Öyle gibi mi algılanıyor?
F.Y: Yani enteresan da aslında. Tepki ne olacak?   Kadın   anket yapar gibi yürüyor. (Resim: 15 ,”Örtüsüz” video art)  Araştırma yapar gibi..Bakalım ne diyecekler ? Kimisi farkında, kimisi farkında değil. Kedi mesela gitti bir ara. Onlar hep kentliliğin magazinel yanları belki ama, gardroptan alıp da ağaca gitme… o….
İ.S: Orda Feyyaz’a katılırım ben. Ordaki   bazı imajlar o kadar tayin edici, güçlü ki  sizin orda ne düşündüğünüzün önemi yok. Ne yapacak işte doğaya gidecek… zaten kadın değil mi, başka ne yapacak?  Üstelik de çıplak ayakla…
N.A: Ordaki her ayakkabı kadını başka başka şekilde tanımlardı. Yani tanım dışı olmasını istedim galiba. Bir de , dil dışı bir yere gitmek istedim. Dil alanından galiba çok sıkıldım. O, başka bir şeye yeniden başlamak için arayış olabilir mi acaba?
F.Y: Duymayı hissettiriyor, yere temas etmeyi, dokunmak… Bastığını ayakkabı ile değil de, dikense diken, taşsa taş   onu hissetmek gibi … O da kadınca bir şey bence, öyle bir çağrışım yapıyor. Doğa yani, bütün içi boşaltılmışlık, ölüm….
İ.S: Tam da psikalanistik konuşayım , aktif olandansa pasif olana geçiş. Çıkmak, yani içi boş elbise ile gitmek… Aktif olanın inkarı üzerine kurulu olan bir yere  doğru yolculuk. Doğanın kendiliğine maruz  bırakmak,  çıplak  ayaklı olmak, içi boş bir elbiseyi taşımak… Tüm bunlar, Freud’un ünlü cümlesidir ya o, erkeklik ve kadınlık kavramları en önemli kavramlarınız olabilir ama bizim açımızdan daha önemli,  merkezi kavram aktiflik ve pasifliktir.
N.A: Bu ikili desen ve fotoğrafta, bu fotoğrafın üstüne  eklenmiş karalamayı sildiğinizde ne var geride? (Resim: 14 a-b veya 16 a-b “Örtüsüz/Karalamalar” fotoğraf ve desenleri hakkında)
İ.S: Onlara beraber mi bakıcaz,   ayrı ayrı mı?
N.A: Bu ikisi tek bir iş.
İ.S: Öyle bakıldığında bakış o zaman görülüyor . Yani arkadaki… demin onu söylemeye çalışıyordum, ancak örtüldüğünüzde görülebilirsiniz.
N.A: Bu deseni de, kalan o karalamayı da sildiğinizde ne var geride?
İ.S: Gerçek varlığı modelin.
N.A: İşte onu resmedemiyoruz hiçbir zaman.
İ.S: Bunları o bakımdan çok  çok iyi buluyorum ben , çok başarılı buluyorum.
N.A: Anlılamıyorum, bu resimlerde belki aradığı şey o,   gittiği yer o. Onun için … Hepsine baktığımızda aradığı…
İ.S: Tuvallerde kalan bence o değil, tuvallerde kalan ideoloji. Desenlerde daha modele dair bir şey kalıyor sanki.
F.Y: Daha görme ve göstermeye ilişkin bir şey.
N.A: Biz sadece adlandırmamıyız yani? Adlandırma olmadan kendim dediğin şey ne ki?
İ.S: Görülen şey. Onu görmek mümkün, burda baktığınızda… Siz kendi kendinizle şöyle bir çelişki halindesiniz:   Görüyoruz…tekrar niye adlandırmamızı istiyorsunuz ki? Kalan şey, baktığımda gördüğüm şey. Adlandırmam gerekmiyor. Adını koyduğum an, zaten tuzağa düşmüş oluyorum.
N.A: Evet, haklısınız.
İ.S: Şimdi neden beni illa kötü eleştirmenlik konumuna itiyorsunuz ki? Baktığımda kalan şey, gördüğüm şey. Yani sanatçının başarısı da o.
 Burda baktığımda  kalan şey bir iç mimari. Bir enteriör kurmak. Bütün toplamlardan kendince anlamlı bir bütün oluşturma gayreti. Üstelik de bunu yapabilmekten alınan memnuniyet yani,  kasvetli de olsa memnuniyet. (Resim: 8, 10,11,12,13, 17 “Adı Konmamış “ sergisinden tuval resimleri)
N.A: Benim ilgimi çeken şey şu, insanlar nasıl razı ediliyorlar bunu yapmaya?   Yani rıza nasıl imal ediliyor? İnsanın, maruz kaldığı şeyin şiddet dili olduğunun farkında olmadan razı edilmesi… Bu rıza nasıl imal ediliyor?
İ.S: Siz nasıl büyüdünüz? Büyümeye nasıl ikna edildiniz?
F.Y: Razı edile edile.
N.A: Evet doğru ama, bu yaz sıcağında, tabi şu anda daha somut birşeyden söz ediyorum ama…
F.Y: Sen hiç zahiri olan batıni olan üzerine düşündünmü? Görünür olan aslolan değildir, gerisinde olanı kendi içinde hissettiğin, kendi içinde geliştirip duyduğun, özdeşleştirerek duyduğun boyutu önemlidir. Din konusunda çok net bir durumdur. Orda gerçek dediğimiz şeyde, tabii senin söylediğin toplumsal anlamdaki çelişkileriyle ve ideolojik boyutuyla, tarihsel anlamda  çatışan unsurlar ayrı… Bir de senin sanatçı özne olarak, iş orda zorlaşıyor zaten, kendi tekilinde dile getirmeye çalıştığın  bir başka boyutu var. O algılama, görme, yargılama formatınla, senin dışında akıp gidenin aynı çelişkileri ideolojik boyutta başka;    ama toplumsal boyutta yaşanan gidişatı arasında da bir tür kaymalar ve kırılmalar da var, farklılıklar da var, düzlemsizlikler de var. Sen bunları değdirdiğin noktalarda kurgunu yapmaya çalışıyorsun. Okuma yöntemlerini ve formlaştırma dinamiklerini dayatıyorsun. Bu da bir tür, hani paradoksal ama nasıl diyeyim, sende oluşmuş kesişme noktası. Başka bir dilde, başka birinde böyle dile gelmiyor en azından. Onun için burada hem bir genellemeden, öyle yargılamadan bahsediyoruz ama bir de senin öznelinden bahsediyoruz. Onun için tabii ki senin görüp de niye böyle olmuyor, göremiyorlar diye düşünmen doğal. Sen onu çünkü kendin ve kendinde oluşturulmuş  bir sorunsaldan hareketle okuyorsun.
 İ.S: Onun için, arayış var mı  gerçekten diye sormam bu tuvale. Öyle bir geometri kurmuşsunuz ki tuvallerde, herşeyin yeri var  artık  burda. Bütün dilleri aşmış oluyor. Bir şey görüp de buraya yerleştiremem diyebileceğiniz bir şey kalmamış. Yani,  bir gün batımına yer yok ama gün batımı da bu dokunun içinde kaybolup gidiyor zaten. Gün batımı da bu dokunun içinde kaybolup giderek varoluyor diyeyim.
F.Y: Sende bir tür dekonstrüktivist yapı var. Bozmuşsun ve kuruyorsun.
İ.S: Ya da rekonstrüksiyon.
F.Y: Evet kuruyorsun, boyuna yeniden inşa ediyorsun ama çıkış noktan olarak yine veri olanı alıyorsun. Yani çıkış noktan yine fotoğraf görselliği, en hani kabasıyla söyliyeyim, onu alıp, bozup yeniden kuruyorsun. İşte o arada kendini, kendi okumanı sokuyorsun. Tamam herşey bu tempoda olur ama yüzey, yüzey parçalama, yanyana getirme, parçalayıp sonra yeniden kurma…   hep bu aşamadan geçiyor.
N.A: Bu resimlerdeki her bir parça, belli bir zaman- mekan parçası.
İ.S: Evet çok doğru.
F.Y: Enstantane diyebiliriz
N.A: Ve farklı bir bakış, her bir parça da farklı bir yerden bakış. O anlamda mı söylediniz herşeyi birden içine koyuyorsun diye?
F.Y: Mesela Nazan seni hiç tanımıyor olsam, çok Sovyetik resim derim buna. (Resim: 8, 10,11,12,13, “Adı Konmamış “ sergisinden tuval resimleri)
N.A: Ciddimisin?
F.Y: Ama şu açıdan , hani bir dönem Dizigo Vertov falan,  görüntüyle, görsellikle  uğraşan  o insanların,  yeni bir dünyanın eşiğindeyken, “şimdi herşeyi dağıtıp kendimizi, bakmamızı ve kendimizi yeniden konumlandırıp , yeniden bir şey inşa etmek zorundayız” diyen endişeler gibi mesela. Burdan da bakılabilir, burdan bakınca kamera böyle olur, burdan bakılırsa   şu olur.
İ.S: Ve aynı derecede de, aynı derecede sonuç alacağından da emin…
F.Y: Evet.
N.A: Öyle değil mi zaten, sonuç alacağından emin mi bilmiyorum ama, arayışa devam etmek istediğimden eminim diyelim…
İ.S: İşte ona arayış dermiyiz mesela? Tam öyle bir, yani analitik kübizm denen, mesela Picasso ve Braqe’ ın o analitik kübizm denen evresi öyle değildir. Çünkü orda nesnenin elden gittiğinin farkındadırlar. Halbuki Rus konstrüktivizminde yeniden kurma, yeniden kurulabileceğine dair sonsuz bir güven vardır. Doğru galiba değil mi ?
F.Y: Evet. İlk filmindeki o kadın elbisesi, annenin gelinliği ve rüzgar daha kadınca. Burda İskender’in dediği gibi daha senin kendi eril sözünün getirdiği net bir tavır var artık. Burda söylemin eril hatta. Kadınca şiirsellikten  - neyse yakıştırılan o kadınca denen şey de aslında -   burda ordan sen kopuksun artık.
İ.S: Kontrol edemiyeceği birşeyi yardıma çağırmış; rüzgar… Burda kontrol edemiyeceğiniz hiçbirşey  yok artık.
N.A: Çünkü resim yapmaya devam ediyor o kadın..
İ.S: Bakın bu söylediğinizdeki  kibir tonunu görüyormusunuz? Resim ancak böyle yapılır.
N.A: Hayır şunu söylemek istiyorum. O dönem, 2004-2007 arası , Feyyaz biliyor, sanatı filan bıraktığım bir dönemdi ve çok da sıkılmıştım bir çok şeyden. O dönemden , 2006 da çektiğim tek bir fotoğraf var;   bankta oturan  siyah bir kadın elbisesinin yer aldığı fotoğraf.(Resim: 20) 2007 senesinde, 2008 de Feyyaz’da yaptığım serginin resimlerine başladım. Orda o mıncık mıncık uğraşmak…
F.Y: Sürüklenmen orda başladı.
N.A: Yok” Sürüklenme” 2004 senesinde, annemin yerlerde sürüklenen gelinliği… o, 2004 teydi.(Resim: 9)
 F.Y: Doğru.  
 N.A: Sonra   sende yaptığım sergideki video (Resim: 3, “Annemin Gelinliği”), o benim üç sene hiç bir şey yapmadığım, çok sıkıldığım o dönemden sonra yaptığım ilk videoydu. Yani bir nevi dışa vurum o. Burada daha, o ilk dışa vurumdan sonra içindekini dışa atmış ve biraz daha , ne bileyim yola koyulmuş diyelim… bir durum var.
İ.S: Annenin lanetinden kurtulmuş. Nerdeyse kadın olmaktan da kurtulmuş…
N.A: Niye bunu getirip getirip de kadın olmaktan kurtulmaya bağlıyorsunuz? 
İ.S: Hayır ben şimdi özellikle Feyyaz’ın diline bağlamak için söyledim.
N.A: Ben öyle bir şey düşünmüyorum aslında. Benim düşündüğüm öyle değil.
İ.S: Kadınlığı niye geleneksel anlamları içinde konuşuyorsun?
N.A: Evet o da benim dışına çıkmak istediğim dil aslında. Böyle bir şeyi ikiye ayırmak , birini öv, birini oy demek. Bu bir klişe yani, bu tam olarak bir klişe… Sonra her şeyi bu klişe üzerinden tanımlamak da,  dışına çıkmak istediğim bir dil.
F.Y: Ama bir şey konuşulur ve yorumlanır hale getirilmek istendiğinde, yorumlamak ve tasnif etmek ve   senin tabirinle klişelendirmek gerek.
N.A: Evet, onun için dil dışına çıkıyorum dedim ya, sende olan sergide… İşte hakikaten o yüzden dil dışına çıkıyorum. Eğer   arayışsa bu, yeni bir dil olabilir mi arayışı da olabilir. Götürüp doğanın ortasına erkek takımını asmak… Erkek takım elbisesi, tabii ki dil alanı. Yeni bir dil için sanki bir şey…
F.Y: Yeni bir dil için birilerini asmak gerekiyor.
İ.S: Sallandırcaksın iki kişiyi .
N.A: Öyle değil Feyyaz, bak oradan da şimdi başka belleklere  gidiyorsun.
F.Y: Kansız bir asma yöntemi ama, epey sürükledikten sonra…
N.A: Ama bu da sembolik.
İ.S: Ama böyle konuşacaksanız… erkek gövdesi tamamen iptal edilmiş , tamamen içi boş bir elbiseden bahsediyoruz arkadaşlar yani.
N.A: Evet. İşte ben de aynı şeyi söylüyorum. İçi boş.
İ.S: İşte bence orda, Feyyaz’ın başta söylediği Casper David… romantik olana orda bağlanıyor. Romantizmin izleri gerçekten var.
N.A: İçi boş giysi niye romantizme bağlanıyor?
İ.S: Yani Casper David.
F.Y: Hayalet mesela.
İ.S: Yani tanrının önünde yalnız işlevsiz olan vardır artık. Kullanılmayan, kayıp, çoktan yıkılmış olan kilise.
F.Y: Ama işaret ettiği bir ruh.
F.Y: O arkadaki fonları neden soktun oraya, o ebru gibi olanları? Sende o nasıl bir şey uyandırıyor?... birden bire o aralıklardan…
N.A: Biraz gelenekle ilişkili gibi duruyor  sanki o.
İ.S:Vertov çağrışımı çok yerinde, yani gerçekten o zamanın kontrüktifleriyle çok ilgili. Orda da bir bıkmışlık  ve hadi bütün dillerin ötesine geçelim ve yeniden yapalım şu işi….
N.A: Rus konstrüktivistleri?
İ.S: Evet.
N.A: Gerçekten bıktığım kesin.
N.A: Geçen buluşmada şöyle bir cümle geçti aramızda, sonra biz Feyyaz’la da konuştuk… Devrilmiş ev… ( Resim: 7 “Adı Konmamış” sergisinden “Tepetaklak” isimli enstelasyon-heykel )  Sizle konuştuğumuzda ilk gün, sabundan yapabilirsiniz demiştiniz.   Düşündüm ki, mumdan da olabilir. Ama sonra yeniden düşündüm.     Sabun ya da mumdan yapacaksam, ayrıca devirmemin ne anlamı var ki ? Sabun yada mum… nasılsa eriyip gidecek. Ama ben bunları sağlam bir malzemeden yapıp devirmişim… Neden? Çünkü devrilmiş bir ev, içinde onu kaldırma imkanı taşır. Ben bu imkanı seviyorum.
İ.S: Kurucu enerjisine güveni sonsuz sanatçının.
N.A:   Olabilir ya da olamayabilir ama o imkan, güzel … Aslında ben ondaki bu imkanı seviyorum galiba.
F.Y: Devirme eylemi kimin? Devirmişse doğa mı, doğaüstü bir şey mi? Koca mı, karı mı, kim devirmiş? Devrilme tüm bildiğimiz sütrüktürün dengesinin bilmediğimiz bir düzleme geçmesi değil mi?
N.A: Onun ucu açık . Görünenin dışında daha büyük   bir şeyi ima ediyor. O ev, aslında çocukların yaptığı ev, çocukların ilk çizdiği ev… İşte o ev devrilmiş .
F.Y: Alice’lik var mı  sende biraz?
N.A: Alice’lik mi? Niye?
F.Y: Ölçek, başka yerden bakma, herşeyin birden anlam bozumuna   uğraması…
*Nazan Azeri, “Sanatı Üzerine Söyleşiler Yazılar “isimli kitapçıkta ve “Adı Konmamış” serge kataloğunda yayınlandı.